Hikayelerim



ARAYIS
1.Kitap

*Giriş*
  Odaya bir sessizlik hâkimdi. Televizyon açıktı ve kimsenin ilgisi, yeni başlayan haberde değildi.
Çekirdek ailenin fertleri, gözlerini pencereden dışarıya dikmiş, öylece bakıyorlardı. Gözleri fal taşı gibi açılmış, ağızları beş karış açık kalmış bir vaziyette, kopacak olan fırtınaya bakıyordu.
 
  Yaz aylarında, hele ki New York’a böyle bir fırtına beklenmezdi. Bir şeyler ters gidiyordu. Yaz mevsimini geçin, kışın bile fırtına çıkması… İmkânsızın ötesindeydi!

  Kara bulutlar, New York şehrinin tepesinde toplanmıştı. Sunucu kadın, cılız çıkan sesiyle fırtınanın geçip gideceğini söylüyordu. Oysaki fırtına dineceğe benzemiyordu.

  Küçük bir oğlan çocuğu, pencere pervazına toplanıp, yaklaşan fırtınaya yakından bakmak istedi. Annesi, uzak durmasını söylediyse de çocuk onu dinlemedi. Sarı bukleli, gökyüzü mavisi gözlü ufak kız çocuğu, koltuktan kalkıp korkuyla annesine sarıldı. Annesi kızının saçlarını okşamaya başladı. Tek tesellisi, belki de buydu…


*1. Bolum*
  Yağmur yağmaya başladı. Buz gibi soğuk havaya öfkeyle bakıp bir küfür savurdum. Hazırlıksız yakalanmıştım. Üzerimde pembe bir bluz ve dar siyah kot pantolondan başka bir şey yoktu. Hava durumunu takip etmemiştim ki etmeme gerek yoktu. Haziran ayındaydık ve yaz ayında havanın bu kadar kötü olduğunu görmemiştim.

  Fırtına bulutları –evet, fırtına bulutları diyorum yahu!– New York şehrinin tepesine toplanmış, uzun bir süre gitmeyecek gibi duruyordu. Bir arabam olsaydı, atlayıp, eve kolaylıkla gidebilirdim. Oysa ehliyet almama daha iki senem vardı! Ne eziyet ama!

  Topuklu sandaletlerimle koşmaya başladım. Yağmur, şiddetini arttırarak ayakkabılarıma doldu ve insanın tikini getirecek vıcık vıcık sesler gelmeye başladı. Topuklular, metro istasyonuna doğru koşmamı engellediği için çıkarıp elimde taşımaya karar verdim. Yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştum ve ayağımda ayakkabılar olmadığı için kayıp, kafamı yarmaktan korkuyordum.

  Manhattan merkezine giden metroyu beklerken gözüme çarpan bir şey oldu. Aniden sıcaklık gelmiş, istasyona yayılmaya başlamış gibiydi. Sonra gözüme çarpan şeyi gördüm. Bir solucan deliği düşünün. Metro istasyonunun tabanından tavanına kadar büyüklükte hem de! Ama sıradan bir solucan deliği değildi bu. Başka bir zamanda başka bir mekâna açılmış bir tür geçiş kapısıydı. Bunu biliyorum, çünkü bu solucan deliğini yaratan kişiyi tanıyordum.

  Leonardo, yüzünde aptal bir gülümsemeyle bana doğru yaklaştı. Her zaman ki gibi, reverans yapmayı eksik etmiyordu. Önümde eğilerek:

  “Özlettin kendini, prenses. Unutturma, bir daha ki sefere seni de yanımda götüreceğim.” Dedi ve istasyonu inletecek şekilde bir kahkaha kopardı. Koluna bir yumruk indirdim. Hem de en sert yumruğumdan.
  “Çok beklersin Leo!”

  Yumruğumdan etkilenmemişti. Sonuçta Leonardo, iri yarı, kaslı bir Latin Amerika’lıydı. Onun geldiği yerde ondan milyonlarcası vardı, eminim. Cesaretimden dolayı beni alkışladıktan sonra bir teklifte bulundu.

  “Bak güzelim. Bir teklifim var. Seni benim tünelimden evine ulaştırayım. Ne dersin?”

  “Hah! Seni tanımıyorum sanki! Sen asla karşılıksız bir şey yapmazsın Leonardo Ugliante!” diye bağırdım Leo’nun yüzüne doğru. Sağ elini saçlarına götürdü ve düşüncelere daldı. Herhalde karşılığında ne istediğini düşünüyordur. Pislik herif!

  “İyi bir noktaya değindin güzelim. Evet, karşılığı olmadan yapmam. Peki sen… Karşılığında benimle…” cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden tokat attım.

  “Seni adi! Bunu düşünme bile!”

  Leonardo, sol yanağını ovuşturmaya başladı. Belli ki bu acıtmıştı. Yüzünü buruşturdu.

  “Yanlış anladın! Karşılığında benimle sinemaya gelir misin diyecektim. Daha önce bir kızla sinemaya gitmemiştim. Ki gitsem, bu hoş olurdu. Sen ne anladın ki yahu!?”

  Yaptığımdan utanmıştım. Eh! Belki biraz! Leo’yu iyi tanırdım. Tamam, daha önce bir kız arkadaşı olmamıştı ama olsaydı, o kızın Leo’dan çekeceği vardı. Açıkçası, Leo’nun bana çıkma teklif etmesi hoşuma gitmişti. Okulumdaki erkekler buna pek yanaşmazlardı.

  “Ah! Şey… Özür dilerim.” Diyerek gözlerimi yere diktim. Özür dilemek bana göre değildi. Leo, bunun değerini anlasa iyi olurdu. Pis pis sırıtarak:

  “Özrün kabul edilmedi. Seni evine bırakmama izin ver. Sinema olayını konuşuruz.” Dedi ve yeşil gözlerinden birini kırptı.
 
  Leo hoş çocuktu. Henüz yirmilerinin başındaydı. Hoş bir vücudu vardı –çok seksi!– ve müthiş bronzluktaydı. Millet, o esmerliği kazanmak için trilyonlar öderdi be! Ve o kısa kumral saçları yok mu?... O derece müthişti. Ama onu seksi bulmam, âşık olduğum anlamına gelmez. Sadece… Yakışıklı işte canım! Hem o bir erkek arkadaşın sahip olabileceği özellikleri taşımıyordu. Bir kız için kendini feda edecek bir tip değildi Leo. Kız peşinde koşar ama ondan istediği şeyi aldıktan sonra ne yazar? Tabii bu benim görüşüm. Leo’nun içinden geçenleri bilmiyordum.

  Pes ederek başımı öne eğdim.

  “Tamam, lanet olsun! Hadi gidelim artık!” diyerek kaslı kolundan tekini tutup çektim. Kıpırdamadı bile. Ne yazık!

  “Şimdi ne var!?!” diye patladım.

  “Ayakların üşüyor. Seni kucağımda taşımamı istemez misin güzelim?” diye bir öneride bulunup tutmam için elini uzattı. Eline vurdum.

  “Şansını zor…” diyecektim ki Leo, ani bir hareketle beni belimden kavrayarak kucağına aldı.

  “Lanet olası! Beni yere indir!” diyerek tekmeler savurmaya, havayı dövmeye başladım. Hiç biri Leonardo’ya isabet etmiyordu. Hay aksi!

  “Benim tünelime girdiğimiz sürece benim kurallarım geçerli, güzellik.” diyerek pis kahkasını tekrar attı ve altın sarısı, parıldayan solucan deliğinden içeri girdik.






  Eve gidene kadar bir şey konuşmadık. Leo, kucağında ben ile birlikte, onun yaptığı solucan deliğinde sessizce ilerliyorduk. Bir şey göremiyordum çünkü karanlıktı. Leo yolunu nasıl buluyorsa?...Söylemeyi unuttum değil mi? Leo, solucan delikleri açıp başka bir zamana gidebiliyor çünkü onun chrono-telekinezi yeteneği var. Bir zamandan başka bir zamana gidebiliyor ve istediği canlıyı onunla birlikte götürebiliyor. Süper değil mi?

  Leonardo’yu anaokulundan beri tanıyordum. Tabii onun hikâyesini tam olarak bilmiyordum ama galiba doğuştan bu yeteneğe sahipmiş. Bana öyle dedi. Anaokulundayken bahçenin dışında, dikenli tellerin arkasında ona tip tip bakan çocuklar görmüştüm. 5–6 kişilerdi ve ben ve Leo’dan bayağı büyük çocuklardı. Ergenler diyebilirim. Leo ile ne alıp veremedikleri vardı, bilmiyordum ama Leo’nun da o çocukların da bakışları hiç iyi değildi. Düşman gibi birbirlerine bakıyordu diyebilirim. Tabii Leo’ya sorunun ne olduğunu sordum ama susmakla yetindi. O zamandan bu yana konusunu dahi açmamıştım.

  Uygun zamanı henüz bulamamıştım. Belki de şimdi konusunu açabilirdim.

  “Ee…Leo?”
 
  “Evet, Rachel.” Dedi ciddi bir ifadeyle. Aklımdan geçeni mi okumuştu? Genelde bana ismimle hitap etmezdi Leo. Ciddi olduğu zamanlar bile “hey, yavrum güzelim” gibi laflar ederdi. Ama şimdi…

  “Sakıncası yoksa bir şey soracaktım.”

  “Evet, elbette sorabilirsin.”

  “Beni ilgilendirmez gerçi ama merakımdan soruyorum. Anaokulundayken, sana bakan o çocuklar… Neden sana tuhaf bir şekilde bakıyorlardı?”

  “Dediğin gibi… Bu seni ilgilendirmez.” dedi buz gibi bir sesle. Şok oldum! Daha önce Leonardo’nun bana böyle bir sesle konuştuğunu görmemiştim. Onun damarına basmış olmalıydım ki bu kadar soğuk konuşmuştu. Üzüldüğümü belli etmemeye çalıştım. Yol boyunca çenemi kapalı tuttum.

   Yarım saatlik yolu on dakika gelmiştik. Aslında hızlı gidebilirdik tabii bu Leo’ya bağlıydı. Ama neden yavaş gittiğini anlamamıştım. Benimle daha fazla mı vakit geçirmek istiyordu acaba?

  Nihayet evin önüne geldiğimizde beni yere indirdi. Yağmur dinmemişti ve biz sokağın ortasında aptal gibi öylece duruyorduk. Beyaza kaçan sarı renkteki çift katlı şirin eve baktım. Ev kadar büyüklükteki iki ağacın arasında kalıyordu. Evin arka tarafı ormana bakıyordu ve gerçekten çok ürkütücü gözüküyordu. Gözlerimi kaçırıp Leonardo’ya baktım. Sükûnetini koruyarak beni izliyordu. Gözlerine baktığım an fark ettim. Leo… Üzgündü… O huzurlu, yeşil gözleri artık huzurunu kaybetmiş, hüzün ve kederle bakıyordu. Şimdi gerçekten de endişelenmeye başlamıştım. Anaokulu konusu onu bu kadar üzüyorsa bana söylemeliydi. Konusunu açmazdım.

  “Sorun nedir Leo?” diye sordum şaşkınlıkla.

  Havaya bakıp yüzünü savuşturdu. Onu içeri davet etmem gerektiğini fark ettim. Evin kapısını açtım ve gelmesi için işaret verdim. Gözlerini gökten ayırmadan evin içine girdi. Salona geçip kanepe oturdum ve yanıma oturması için sağ tarafımı işaret ettim. Yanıma oturdu.
  Evde tek yaşıyordum. Annem ve babam yurtdışında, İstanbul’da kalıyorlardı. Her ay mutlaka ziyarete gelirlerdi.  Yalnız kalmam konusunda endişelenseler de ben böyle iyiydim. Minik, şirin bir evim vardı ve kendi ayaklarım üzerinde durabiliyordum.

  Salonda modern beyaz mobilyalar vardı. Duvarda plazma televizyonum, büyük bir şöminem, siyah-beyaz biblolarım vardı. Evin içini düzenlemekle çok uğraşmamıştım. Babamın benim için yatırdığı paralarla, harcamaların üzerine çıkmıyor, çıkarsam da onları yarım zamanlı işten kazandığım parayla ödüyordum.

  Leo’ya baktım. Bana anlatmak istediği şeyler vardı.

  “Leonardo. Bir sorunun var ve sen bana anlatmıyorsun. Ne bok herifsin sen yahu!”

  “Rachel… Sana kıyamet yaklaşıyor desem…” dedi ciddi bir ifadeyle. Bir yandan ne diyeceğimi bekliyor bir yandan da beni süzüyordu. Bu sefer sapıklaşmıyordu, o kesin.

  “Hmm… Şey… Saçmalıyorsun derim!” diyerek koluna bir yumruk savuruyordum ki Leo, beni bileğimden yakalayıp vuruşumu engelledi.

  “Ben ciddiyim Rachel. Havadaki tuhaflığı fark etmedin mi? New York’ta fırtına kopacağını tahmin edebilir miydin? Ya fırtınadan daha fazlası da olacak dersem…” dedi Leonardo, gözlerini kaçırarak. Tuhaf bir biçimde, haklıydı.

  “Çok saçma! Müneccim misin?” diyerek kıs kıs güldüm. Leo, bileğimi hala bırakmamıştı ve ben dalga geçtiğim her saniye bileğimi daha da sıkı kavrıyordu.

  “Canımı acıtıyorsun.” Diyerek bileğimi kavrayan elini tuttum. İkimizde irkilerek geri çekildik. Tuhaf…

  “Özür dilerim… Ama işin ciddiyetini anlamıyorsun Rachel. Beklenen tarih geldi. Kıyamet vakti yaklaşıyor güzelim!” dedi titrek bir sesle. Belli ki korkuyordu.

  “Pekâlâ. Madem öyle diyorsun…. Senin chrono-telekinezin var. Bunu kullansana! Zamanda herkesi geri…” lafımı tamamlamama izin vermeden lafa atıldı Leo.

  “Bu mümkün değil Rach. Bunu yapmam çok zor! Bu yüzden benim gibi chrono-telekinezi yeteneğine sahipleri arıyorum uzun zamandır. Artık çok geç.” Diyerek ayağa kalktı. Kolundan sıkıca tuttum.

  “Nereye gideceksin!?! Bensiz hiçbir yere gidemezsin! Seninle geleceğim!” diye haykırdım. Dünyanın sonu bile olsa, Leo ile herhangi bir yere gitmeye vardım. Onu… Bırakamazdım. Leo, benim dostum. Sapık bir dost hem de! Ama o benim için çok değerli biri. Her zaman yanımda olmuştu.

  Leonardo, buna sevinerek bana o pis sırıtışıyla baktı. Sanki onunla gelmemi bekliyor gibiydi! Lanet olsun!

  “Seni almadan gitmem prenses. Sensiz asla yapamam.” Diyerek alnıma sıcak bir öpücük kondurdu. Bir an titrediğimi ama hoş bir şekilde titrediğimi fark ettim. Öpücüğü sıcacıktı ve huzur vericiydi.

  “Peki… Tamam. Ama nereye gideceğimizi söyler misin?”

  “Görürsün.” Diyerek salonumun içinde yeni bir tane daha solucan deliği açtı. Elimden tutarak beni tünele çekti. Ve o elindeki sıcaklık, bana tarif edilemeyecek bir şekilde zevk veriyordu. Elimin karıncalandığını hissettim ama elimi geri çekmedim.